Kıbrıs'ta çözüm? Hangi çözüm?

-
Aa
+
a
a
a

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 28’inci yıldönümü nedeni ile adaya davet edilen yüzü aşkın gazeteci, akademisyen, yazar ve politikacı ile birlikte gittim KKTC’ye.

İlk gün, grubumuzdaki iki Avusturyalı, bir İsrailli ve bir Alman gazeteci ile birlikte Barış Harekâtı öncesindeki toplu mezarları gezdik.

Mezarlardan birisinin bekçisi, gençliğinde hayli yapılı olduğu belli olan birisiydi. Mezar bekçiliğini isteyerek üstlenmesinin nedeni de, üç çocuğunu ve karısını bu katliamlar sırasında yitirmiş olmasından kaynaklanıyordu.

Yani KKTC’de halâ yaşamaya devam eden inanılmaz bir “anılar çemberi” var ki, o günleri unutmak, yok saymak pek öyle olası değil.

Bunun yanı sıra harekât sırasında 10 yaşında olan çocuklar şimdi 38 yaşında koskoca adam olmuşlar. Yaşam kavgasındalar, ekonomik sıkıntılar ile boğuşuyorlar ve yeşil hattın hemen ardındaki Güney Kıbrıs’ın günden güne gelişen ekonomisini ve refah seviyesini de, gizli gözlerle, ama ister istemez de imrenerek izliyorlar.

Yaklaşık 200 bin Türk nüfusu, Türkiye’nin korumacı özelliğinden vazgeçmeyi aklına bile getirmiyor getirmesine ama, Türkiye’ye bağlı olarak yaşamanın getirdiği sıkıntıların da farkındalar.

Barış Harekâtı’nın ardından bir dizi yanlış yapılmış Kıbrıs’ta. Örneğin, harekât sonrasında Rumlarla pazarlık edebilmek için yerleşime açılmayan dev turizm bölgesi Maraş zaman içinde pazarlık unsuru olmaktan çıkmış ve hatta Birleşmiş Milletler’in dikkatli güvencesi ile kimsenin malı oluvermiş. Gazi Mağosa ile sınır olan Maraş şehrine uzaktan bakınca insanın içi acıyor, böylesine bir ekonomik değerin yok edilmesine üzülüyorsunuz.

Aradan zaman geçmiş ve olmayan federasyonun Kıbrıs Türk Federe Devleti, uluslararası alanda tanınma çabalarına girişeceği yerde, Rumlarla görüşmelerde daha kuvvetli olabilmek amacıyla, Türkiye’nin de ısrarları üzerine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân etmiş.

Bu cumhuriyeti tanımaya hemen razı olan dost ülkelere de “aman acele etmeyin, nasılsa BM nezdinde herkes tanıyacak, siz de boşuna kötü kişi olmayın” denilmiş. Ama görülüyor ki evdeki hesap çarşıya uymamış... KKTC’yi şimdilerde tanıyan bir tek Türkiye Cumhuriyeti var...

Rumlar ile, Güney Kıbrıs ile görüşmeler devam ediyor ve görüşmeleri de ilk günden beri KKTC’nin değişmez lideri ve halihazırda da Cumhurbaşkanı olan Rauf Denktaş yürütüyor. Dışişleri ve Savunma Bakanı’nın görüşme trafiğinde yer almayışını yadırgadığım için Tahsin Ertuğruloğlu’na sorduğumda bana şunları dedi:

“Görüşmeler öncesinde tüm teknik detayları Sayın Cumhurbaşkanımız ile görüşüyoruz, görüşmelerden sonra da tüm bilgiler bize geliyor ve yeni turlar için hazırlıklarımıza başlıyoruz. Özellikle son dönemde başlayan karşılıklı ikili görüşmelerde tarafların heyetlerle görüşmemesi ilkesi benimsendiği için bu yol izleniyor, ayrıca benim müsteşarım da sürekli olarak sayın Denktaş’ın yanında, elbette ki bakanlık olarak herşeyden anında

Tahsin Ertuğruloğlu

haberdar oluyoruz ve gerekli desteği de sağlıyoruz.”

Glafkos Klerides ile Rauf Denktaş’ın karşılıklı görüşmeler olarak başlattıkları, son çözüm sürecinin daha ne kadar süreciğini sorduğum zaman, Bakan Ertuğruloğlu şunları anlattı:

“Bu görüşme sürecini başlatan taraf biz olduğumuz için, sonuç alınıncaya kadar devam edilmesinden yanayız, ancak bizim tamamen dışımızda ve arzumuz hilâfında bu görüşmelerin Avrupa Birliği takvimi çerçevesinde tamamlanması isteniyor ve AB’nin etkisini de olumlu olarak değerlendirmek mümkün değildir, çünkü AB takvimi gündeme getirildiğinden bu yana Rum tarafının uzlaşmaz tutumu giderek artmaktadır, çünkü tanınmış bir ülke olarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti, anlaşma olsun ya da olmasın AB’ye üye olmak istemektedir. Üzülerek görüyoruz ki AB de Rum tarafını bu yönde sürekli olarak cesaretlendirmektedir. AB, Türklerle Rumların anlaşmasını, uzlaşmasını ön koşul olarak koyacağı yerde, tam tersini yapıyor ve Rumlara, üyelik için herhangi bir uzlaşının ön koşul olmadığını söylüyor. Bu durumda, sorunuzu yeniden sorarsak, bu süreç ne kadar sürer? Bizim için sonuç alınıncaya kadar sürer, ancak AB takvimi bu süreci bir noktada durduracaktır, oysa biz AB’nin yanlış bir karar almaması beklentisi ile yola çıktık ve ancak devletler arasında görüşme yapmayı kabul ettiğimiz halde, AB’nin yaklaşan takvimini göz önüne alarak yüz yüze görüşmeleri yeniden başlattık ve bu konuda da sanıyorum yeteri kadar ödün vermiş olduk. Çünkü eğer görüşmeler başlamazsa, bir krizin doğacağı endişesindeydik. Biz elimizden geleni yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz, beşinci turu yeni başlayan görüşmelerde sürekli olarak açılımlar sağlayan ve görüşme masasına uzlaşıyı getiren hep Türk tarafı olmaktadır. Biz görüşmelere başlarken uluslararası camiaya, artık Rum tarafını şımartmaktan vazgeçmelerini ve sürdürdükleri politikaları bırakmalarını ve Rum tarafını da meşru bir cumhuriyet olarak benimsemelerini söyledik, çünkü aksi takdirde 1968’den bu yana devam etmekte olan görüşmelerin sonuçlanması, olumlu yöne gitmesi olanaksızdı. Ancak bu süreç başladığından beri Birleşmiş Milletler’den başlayıp AB’ye kadar kimse olumlu bir adım atmadı, tam tersine son alınan BM Güvenlik Konseyi kararı ile yine KKTC suçlandı. Onun için de bu sürecin devamı ya da durdurulması yine bu işe karışan uluslararası kuruluşların tavırları ile belli olacaktır, ancak süreci durduran taraf kesinlikle biz olmayacağız.”

Bakan Tahsin Ertuğruloğlu, gidişattan çok memnun değildi. Bana, “Bu iş böyle giderse, her önüne gelen bu işe karışırsa ve özellikle de BM ve AB Rumları desteklemeyi sürdürürse, bu politikalarından çarçabuk vazgeçmezlerse, bu işin sonu yok” diyordu, çünkü böyle bir ortamda Kıbrıs gerçeklerine uygun, iki tarafın da kabul edebileceği bir çözüme ulaşılamayacağı görüşündeydi.

Öyleyse nedir, Türklerin istediği? Herşeyden önce Türk tarafı iki egemen devletin ve her toplumun anavatanları ile olan garantörlük ilişkisinin devamını istiyor. Çünkü aslında bir millet olmayan Kıbrıs adasında iki ayrı millet yaşıyor ve bunlar da birbirlerinden çekiniyorlar, 1960 yılında ilk ortak cumhuriyeti kurduklarından hemen sonra kavga gürültü başlayıvermiş, o nedenle de güvenleri yok. Onlar bugün birleşirlerse eğer, ki bu çok zor görülüyor, ancak ekonomik anlamda bir birliktelik olacağı da kesin.

Yaşamının önemli bölümünü devlet hizmetinde geçirerek bakanlığa gelmiş olan Ertuğruloğlu da gözlerini gerçeklere kapatmaktan yana değil.

Peki, eğer bu görüşmeler olumlu sonuçlanmazsa o zaman ne olur diye sordum bu sefer bakana, o da bana görüşmelerin kesilme nedenlerine bakmak gerektiğini söyledikten sonra, “isterseniz, ne olur değil de, ne olmaza bakalım" dedi:

“Bir kere KKTC gerçeği ortadan kalkmaz. Yani anlaşma olsa da olmasa da bu cumhuriyet artık vardır. Bir anlaşma olduğu takdirde biz bu anlaşmaya KKTC olarak taraf olacağız. Elbette o gün, yani anlaşma olmadan görüşmeler kesilirse biz de ona göre, o günün koşullarına göre kararlarımızı alacağız.”

Bu cümle, bugüne kadar uluslararası arenada tanınmış bir cumhuriyet olmak için ciddi bir çaba harcamamış olan KKTC’nin tek başına kalması halinde, tanınmak için ülkelere çağrıda bulunacağı anlamına da geliyordu, bugüne kadar ve görüşmeler sürecinde de KKTC, iki egemen devletin kuracağı yeni bir çatı için uğraşıyor ama ya olmazsa olasılığını da göz ardı etmiyor.

Resmi görüş Avrupa Birliği'ne karşı

Tahsin Ertuğruloğlu, Türkiye’nin içinde bulunmadığı bir AB’ye her ne koşulda olursa olsun katılmak istemediklerini de söylüyor ve Rum tarafına bu kadar yüz veren bir ortaklığın, KKTC için şu andaki en büyük tehdit ve tehlike olduğunu söylüyor. Bu söylemin satır aralarına baktığımız zaman, elbette İngiltere’nin adadaki askeri üsleri gözümüze çarpıyor ve AB’ye girmiş olan bir Rum kesiminin ilk feryadının da “Türkiye AB topraklarını işgal etmiştir” demesi bekleniyor.

Ancak 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasına göre, ne Rumlar ne de Kıbrıslı Türkler, Yunanistan ve Türkiye’nin birlikte üye olmadıkları hiçbir uluslararası anlaşmaya taraf olamıyorlar, yani Rum tarafının AB’ye girmesi uluslararası anlaşmalar çerçevesinde aslında olanaksız gibi görülüyorsa da özellikle AB’nin uygulamakta olduğu çok standartlı dış politika anlayışı bu durumu da göz ardı ediyor.

Tahsin Ertuğruloğlu, Kıbrıs meselesinin iki denge üzerinde düşünülmesi gerektiğinin de altını çiziyor ve “Kıbrıs’ta bir iç denge vardır ki bu Rumlarla Türklerin dengesidir, bir de dış denge söz konusudur ki bu da Yunanistan ile Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki dengesidir, bunlar tam ve doğru olarak sağlanmadan Kıbrıs’ta kalıcı ve doğru bir çözüm zaten elde edilemez. Bakınız eğer 1964-1974

arasında Kıbrıs Türküne yapılanlar o gün CNN International gibi bir TV kanalı ile dünyaya gösterilebilseydi, bugün Kıbrıs böyle olmazdı, olamazdı. İç denge ENOSIS hayalleri ile bozulmuştur ve nasıl olmuşsa olmuş Rumlar bu işten haklı taraf olarak çıkıvermişlerdir. Kosova ve Bosna çok doğru örneklerdir bu anlamda, biz orada yaşananları 1964-74 arasında birebir yaşadık. Rum tarafı da burada olup bitenleri ‘asi azınlığa karşı’ girişilmiş bir eylem olarak tanıttı uluslararası kamuoyuna; ‘Devlet gerekli önlemleri almıştır, iç meseledir’ dedi ve EOKA’cılar Kıbrıs’a gelene kadar da Türkiye garantörlük hakkını kullanamadı” diyor.

Dertlerini anlatamamaktan şikayetçiler

Bakan Ertuğruloğlu, CNN’siz yılların getirdiği zorluklardan söz ettikten sonra, uluslararası mahkemelere dava açmanın yakın zamana dek zor olduğunu, ancak şimdi bu işler kolaylaştığı için KKTC vatandaşlarının pek çok dava dosyasını hazırladıklarını ve görmüş oldukları zulmün hesabını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çerçevesinde sormaya çok yakında başlayacaklarını söyledi.

Ayırca Türklerin genel olarak “halkla ilişkiler ve tanıtım” konusunda pek de başarılı olmadıklarını da kabul ettiğini söyledi. “Madem ki haklıyız, o zaman bu gerçeği herkes görmelidir” düşüncesinin tipik bir Türk davranışı olduğunu anlatan bakan, bu zaafı da artık bıraktıklarını ve tanıtıma çok özen gösterdiklerini söyledi.

Bugüne kadar hiç bir ulusal ya da uluslararası mahkeme ya da kuruluşun, ne Makarios’u ne de EOKA’cıları suçlamadığını da anlatan Ertuğruloğlu “Makarios, Milosoviç’in akıl hocalığını bile yapacak kadardı, nerede uluslararası örgütler, mahkemeler?” demekten de kendisini alamadı.

Tahsin Ertuğruloğlu, yer yer özeleştiri de yapmak zorunda olduklarını anlatırken, örneğin Maraş bölgesinin zamanında yerleşime açılmamasının hata olduğunu da sözlerine ekledi ve şimdi bu aşamada orasını açamayacaklarını, çünkü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının bulunduğunu söyledi, ancak Kıbrıs görüşmeleri olumsuz sonuçlanırsa o zaman da Maraş’ın açılmasının yeniden gündeme geleceğini anlattı.

Kıbrıs meselesi başlı başına bir arapsaçı desek yeri var.

Şu anda KKTC de bir koalisyon hükümeti var ve görüşmeleri de Rauf Denktaş yürütüyor. Ancak doktorların tesbitine göre, Denktaş’ın kalp ameliyatı olması gerekiyor ve ameliyat için de en az 15 kilo vermek zorunda görüşmeci Cumhurbaşkanı; yakın çevresinden aldığımız bilgiye göre, yaşamını Kıbrıs meselesine adamış olan Denktaş’ın ne kilo vermeye ne de ameliyat olmaya niyeti yok.

Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel 20 Temmuz nedeniyle adaya geldiğinde, yaptığı bir basın toplantısında kendisine bu soruyu yönelttim, aldığım yanıt ise hayli ilginçti “artık insanların sağlıkları ile uğraşmayı bırakın” deyiverdi, oysa benim öğrenmek istediğim, Türk dış politikasının en önemli unsurlarından birisi olan Kıbrıs melesinin çözümü konusundaydı.

Türkiye’yi hasta bir başbakan yönetirken, Kıbrıs görüşmelerini de kalp hastası bir Cumhurbaşkanı götürüyor, Türkiye’nin geldiği nokta belli olduğuna göre, Kıbrıs için endişelenmek de olağan diye düşünüyorum.

Ancak gerek Tahsin Ertuğruloğlu’nun açıklamalarına bakılınca, gerekse Türkiye’den konuya ilişkin açıklamaları değerlendirince, Kıbrıs’ta iki toplumlu bir çözümün pek de aranmadığı göze çarpıyor...